29 Mart 2013 Cuma

2013 YGS Türkçe Testi Soru Analizi

2013 YGS'ye az kaldı.


Artık son hazırlıkları yapma, yapılanları gözden geçirme zamanı.
Neler yaptık, daha neler yapabiliriz?
Öncelikle rahat bir nefes alın artık.

Hem kendinizi hem çevrenizi gereksiz yere sıkmayın; kendinizi ve çevrenizi strese sokmayın.
Stres yapmak sorunu çözmez; tam tersine sorunu daha karmaşık hale getirirken, çözümü de zorlaştırır.
Sınav günü yaklaştıkça öğrendiklerinizi unutmuş, beyniniz boşalmış gibi bir duygu kaplayabilir içinizi.

Korkmayın, kaygılanmayın sakın.

Böyle bir duygu doğaldır ve tüm adaylar böyle bir duyguya az ya da çok kapılabilir.

Acaba öğrendiklerimi unuttum mu?

Hayır, böyle bir şey mümkün değildir.

Öğrenilen ve pekiştirilen hiçbir bilgi, hele hele böyle bir sınavda, kolay kolay unutulmaz.

Gelelim biz asıl konumuza:
Öncelikle YGS'nin önemini hatırlatmakta yarar görüyorum.
YGS'yi önemseyin; LYS'ye girseniz de girmeseniz de.

Sadece YGS ile tercih yapacaklar için yüksek puan almanın önemini belirtmeye gerek yok sanırım.
''Ne kadar yüksek puan alırsanız hedefinize o kadar ulaşırsınız.''
LYS tercihi yapacalar ise ''LYS'nin % 40'ının YGS puanının oluşturduğunu unutmamalı''dır.

Olaya bir de Türkçe açısından bakalım:
Eşit ağırlık, sözel ve dil alanlarından tercih yapacak öğrenciler, Türkçe testini dolu dolu yanıtlamalı, olabildiğince bu testten soru kaçırmamalı.

Burada ben özellikle ''fen tercihi yapacak öğrenciler''i uyarmak isterim.
Genellikle fen tercihi yapan öğrenciler Türkçeyi ihmal etmekte, Türkçe testinden alacakları puanı küçümseyerek kendilerini riske etmektedirler.

Fen tercihi yapacak öğrencilere şu gerçeği hatırlatmak istiyorum:

''Türkçe olmadan bu iş olmaz.''

''Türkçe olmadan iyi bir üniversiteyi kazanmak mümkün değil.''

İnanmıyorsanız internetten, bir Türkçeli, bir de Türkçesiz puan hesaplaması yapın.

Ve bu iki puanı kıyaslayın.

Umarım aradaki fark size bu gerçeği gösterecektir.


2013 YGS Türkçe testinde ne tip sorular olabilir?

Bugüne kadar yapılan sınavlardan, çok farklı bir testle karşılaşacağımızı sanmıyorum.
Daha önceki sınavlara bakarak Türkçe testinin içeriğiyle ilgili şunları söyleyebilirim:

Sözün anlamı: 2 soru
Cümlenin yorumu: 11 soru
Anlatım bilgileri: 2 soru
Paragrafın anlamı: 16 soru
Yazım-noktalama: 3
Anlatım bozukluğu: 1
Dil ve anlatım bilgisi: 5 soru olacaktır.

Sayılar da gösterecektir ki ''anlama ve kavrama soruları'' Türkçe testinde büyük bir yüzdeyi (% 70) teşkil edecektir.

Bu yüzden sınav öncesi anlama ve kavramaya yönelik sorular (sözün anlamı, cümle yorumu, paragraf anlamı) çözülmesi yararlı olacaktır.

Ayrıca ''yazım ve noktalama''yla ilgili kuralların gözden geçirilip konuyu iyice pekiştirecek soruların çözülmesi de yazım ve noktalama konularından gelecek soruların çok daha rahat çözülmesini sağlayacaktır.


Başarı dileklerimle... İyi sınavlar...

Kamil Baki

2013 YGS Türkçe Testi Soru Analizi


Tahminimiz

Sözün anlamı: 2 soru
Cümlenin yorumu:11 soru
Anlatım bilgileri: 2 soru
Paragrafın anlamı: 16 soru
Yazım-noktalama: 3
Anlatım bozukluğu: 1
Dil ve anlatım bilgisi: 5 soru olacaktır

Sayılar da gösterecektir ki ''anlama ve kavrama soruları'' Türkçe testinde büyük bir yüzdeyi (% 70) teşkil edecektir.

YGS'de sorulan

Sözün anlamı: 2 soru
Cümlenin yorumu: 6
Anlatım bilgileri: 4 soru
Paragrafın anlamı: 17 soru
Yazım-noktalama: 3
Anlatım bozukluğu: 1
Dil ve anlatım bilgisi: 7 soru

Sayılar da gösteriyor ki ''anlama ve kavrama soruları'' Türkçe testinde büyük bir yüzdeyi (% 75) teşkil ediyor.

Tahmimlerimizde yanılmadık.

Başarı dileklerimizle.




2013 YGS Türkçe Testi ''Çift Yanıtlı Soru''

2013 YGS 24 Mart 2013 Pazar günü yapıldı.

Şimdilik testlerle ilgili yorumlar olumlu.

Sınavda çok büyük sorun görünmüyor, tabii şimdilik.

Ancak Türkçe testi incelendiğinde çift yanıtlı bir soru olduğu görülecektir.

İşte soru:

Aşağıdaki cümlelerin hangisinde bir anlatım bozukluğu vardır?

A) Kurallara uymamakta ısrar ediyorsun.
B) Bu davranışımı tehdit olarak algıladığını söylüyorsun.
C) Yaptıklarınla herkesi şaşırtmaya devam ediyorsun.
D) Bu sözlerinle beni sinirlendirmek için çalışıyorsun.
E) Sorduğun sorularla konuyu başka bir yere çekmeye çalışıyorsun.

Doğru yanıt D.

Ancak B seçeneği incelendiğinde bu seçenekte de iyelik ekini belirsizliğinden kaynaklanan bir anlatım bozukluğu olduğu görülecektir.

''Tehdit olarak algılayan kaçıncı kişidir?''
İkinci kişi de olabilir, üçüncü kişi de olabilir.

Başka bir söyleyişle ''algıladığını'' sözündeki iyelik ekinin kaçıncı kişiye ait olduğu belli değildir.

Cümleyi şu şekilde kontrol edebiliriz:

Bu davranışımı onun tehdit olarak algıladığını söylüyorsun. (üçüncü kişi tehdit olarak algılıyor)
Bu davranışımı senin tehdit olarak algıladığını söylüyorsun. (ikinci kişi tehdit olarak algılıyor)

Görüldüğü gibi bu cümlede de anlam belirsizliğinden kayanaklanan bir anlatım bozukluğu var.

Sonuç:

Bu haliyle bu soru çift yanıtlı olarak değerlendirilmesi gerekir . B seçeneğini işaretleyen öğrencilerin de yanıtları doğru olarak kabul edilmesi gerekir.

Yetkililerin dikkatine.


birsorubiryanıt / kamil baki




19 Mart 2013 Salı

Çanakkale Destanı

Savaş yıkım demektir, savaş gözyaşı demektir, savaş kan demektir… Savaş; aklın, mantığın bittiği, kaba kuvvetin konuşmaya başladığı yerdir.

Yakın çağımızın en büyük komutanı ve dehası Mustafa Kemal, savaş ve barış gerçeğini: ‘’Yurtta sulh, cihanda sulh.’’ sözüyle özetlemiş, herkesin, dünya barışı için üstüne düşen sorumluluğu yerine getirmesini istemişti.

Birçok savaş görmüş, birçok zafere imza atmış bir komutanın savaştan yana değil de barıştan yana olması, sadece kendi ulusu için değil, bütün dünya ulusları için barışı istemesi biraz çelişki gibi görünse de gerçek öyle değildir kuşkusuz.

Hatırlanacağı gibi Çanakkale Boğazı'nı savaş gemileriyle zorlayarak aşma, böylece İstanbul'a kavuşma isteği Avrupa büyük devletlerinin öteden beri özlemidir.

Yani Çanakkale Savaşının özünde güçlünün güçsüzü ezmeye çalışması, güçlünün kaba kuvvet kullanarak bir başka topluma ait maddi ve manevi değerleri vahşice ele geçirme isteği yatar.

Başka bir söyleyişle Çanakkale Savaşı gerçek anlamda bir savaş değil, bir işgal ve o işgale karşı haklı bir direniş, bir mücadeledir.

Bu sözün ne kadar haklı ve gerçekçi olduğunu anlamak için o günleri hatırlamak yerinde olur sanırım.

1914 yılında I. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla İtilaf devletleri bu isteklerini gerçekleştirme fırsatının doğduğuna inandılar. Bu inançla İngiltere ve Fransa işbirliği yaparak 3 Kasım 1914 günü alacakaranlıkta Bozcaada'dan Boğaz'ın ağzına doğru yaklaştılar. Buradan istihkamlarımıza doğru ateş açtılar, İngilizler Seddülbahir ve Ertuğrul tabyalarını, Fransızlar da Anadolu yakasında Kumkale ve Orhaniye tabyalarını havan topu ile dövdüler. Cephaneliğimize isabet eden top mermisiyle on bir ton barut havaya uçtu, subay ve erlerimiz şehit düştü, İngiliz Donanma Komutanı Amiral Carden Çanakkale önlerinde gösteriler yaptı, düşman denizaltıları boğazı geçmeye kalktılar.

24 Kasım 1914 günü bir Fransız denizaltısı Boğaz sularında görüldü. bu denizaltıyı gören topçularımız düşman üstüne ateş yağdırmaya başladı. 2 Aralık günü İngiliz denizaltısı da bir deneme yaptı. Derinden engelleri aşarak Boğaz'a girdi. Yedi yüz elli metre ilerde bulunan Mesudiye zırhlısına torpil atarak bu gemimizi batırdı. Zırhlımızda bulunan subaylardan onu ve erlerimizden yirmi dördü şehit düştü.

19 Şubat 1915 günü düşman savaş gemileri öğleye kadar uzun menzilli bir bombardımana girişti. Boğaz'a iyice sokuldular. Tabyalarımız akşama doğru düşman savaş gemilerine karşılık verdi. Ertuğrul ve Orhaniye tabyalarından atılan ateş karşısında düşman oldukça bocaladı.

İtilaf devletleri gemileri diledikleri gibi ilerleyemiyor, amaçlarına ulaşamıyordu. Lodos fırtınasını başarısızlıklarının nedeni olarak görüyorlardı. Havalar düzelince yeni saldırılar düzenlendi. Yine sonuç alınamayınca düşman gemilerine komuta eden Amiral Carden görevden alındı. Yerine 17 Mart 1915 günü Robeck atandı. Yeni komutan 18 Mart 1915 günü donanmayla Boğaz'a saldıracağını, yakında İstanbul'da olacağını Londra'ya bildirdi.

Bu arada Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Albay Cevat Çobanlı 17/18 Mart gecesi boğaza mayın hattı döşenmesi emrini verdi. Aldığı emir gereği Binbaşı Nazmi Bey, Nusret mayın gemisi ile o gece yirmi altı mayın, Boğaz'a on birinci hat olarak döşendi. Boğaz'daki mayın sayısı on bir hat olarak dört yüzü aşmıştı.

18 Mart 1915’te İngiliz ve Fransız savaş gemilerinden oluşan, o dönemin en büyük deniz gücü, üç filo olarak sabahleyin Çanakkale Boğazı'na girdi. Bu donanmanın ilk grubunu oluşturan filoda, İngilizlerin Queen Elizabeth zırhlısı ile İnflexible, Lord Nelson ve Agamemnon savaş gemileri bulunuyordu.

İkinci grupta İngiliz Kalyon kaptanı komutasında Ocean, İrresistible, Wengeance, Majestic gibi savaş gemileri yer almıştı. Üçüncü filo ise Prince, Bouvet, Suffren gibi Fransız savaş gemilerinden oluşuyordu.

İngilizler ve Fransızlar zayıf Türk savunmasını kolayca susturarak Boğaz'ı kolayca geçebileceklerim umuyorlardı. Bu umut ve güvenle 18 Mart 1915 günü düşman savaş gemileri şiddetli bir ateşe başladılar. Rumeli Mecidiyesiyle merkez bataryaları şiddetli bir ateşe tutuldu. Boğazdaki düşman gemileri Hamidiye istihkamlarına yüklendi. Bunu gören Dardanos bataryaları ateşi üzerlerine çekmeye çalıştı. Az sonra, tüm gemiler, Dardanos'a saldırdı. Dardanos tabyamız saldırılara şiddetle karşı koydu. Bu arada Mesudiye tabyası da ateşe başlamıştı. Mesudiye üzerine ateş açılınca Hamidiye onun yardımına koştu. Bu arada kıyı bataryalarımız düşman üstüne ateş yağdırmaya başladılar. Bunalan düşman kaçmak isterken topçu atışlarıyla karşılaştı. Karşılıklı bu korkunç bombardıman bir saat kadar sürdü.

Bombardıman sırasında Türk tabya ve bataryaları büyük zarar görmüştü. Amiral Robeck, Fransız gemilerini geri çekerek İngiliz savaş gemilerini ileri sürdü. Tam bu sırada müthiş patlamalar oldu. Bouvet ve Suffren savaş gemileri mayına çarparak sarsıldılar, manevra kabiliyetini kaybettiler. Bir gece önce Nusret mayın gemisinin döşediği mayınlar görevlerini yapmışlardı. Boğazın berrak sulan üzerinde bir dev gibi yatan Bouvet ve Suffren'e tarihi Hamidiye bataryamızın keskin nişancıları ateş açtılar. Çanakkale Geçilmez kitabının yazarı Alan Moorehead olayı şöyle anlatıyor.

«Saat 13.45'de Suffren'in az gerisindeki Bouvet müthiş bir patlamayla sarsıldı. Güverteden göğe kesif bir duman yükseldi. Gittikçe hızlanarak yana yattı, devrilip gözden kayboldu. Olayı görenlerden birinin ifadesine göre «Bir tabak, suda nasıl kayıp giderse o da öylece kayıp gitti.»

Bu arada düşman Boğazdaki mayınları temizlemek için mayın tarayıcılarını boğaza soktu. Tabyalarımız mayın tarayıcılarına ateş açtılar. Açılan ateş, yağmur gibi yağmaya başlayınca düşmanlar panik içinde kaçtılar. Bu arada düşman savaş gemilerinden İnflexible, İrressitible büyük hasar gördü. Daha sonra Queen Elisabeth ve Agamemnon yaralandı. İtilaf devletleri Çanakkale Boğazı'nı denizden aşamadılar. Büyük kayıplar vererek: Çanakkale Boğazı'nın geçilemeyeceğini öğrendiler.

İtilaf devletleri Çanakkale Boğazı'nın savaş gemileri ile aşamayınca bu kez çıkarma yapmayı planladılar. Artık Çanakkale kara savaşları başlıyordu. Kara savaşında düşmanın nereden çıkarma yapabileceği tartışıldı. Mustafa Kemal Kabatepe ve Seddülbahir'den, Alman komutan Von Sanders ise Bolayır ve Anadolu yakasından çıkarma yapılabileceği görüşündeydi. Alman komutanı Von Sanders'in görüşü ağır bastı, ve askerler o yöreye yerleştirildi.

Düşman güçleri 25 Nisan 1918 sabahı Mustafa Kemal'in düşündüğü noktadan saldırdı. 19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal Kocaçimen'de Conkbayır'da, savaştı. Cephanesi biten askerlere, süngü tak emrini verdi. Daha sonra ;
-Ben size taarruz emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve başka komutanlar geçebilir, dedi.

Tarihin en büyük siper savaşı başlamıştı. Siperler arası uzaklık sekiz on metre kadardı. Türk siperlerinden hiçbir asker ayrılmıyordu. Şehit düşenlerin yeri hemen dolduruluyordu. Her adım başına bir mermi düşüyor; toprak adeta tüterek kaynıyordu. Düşman dalgalar halinde Conkbayır'a doğru ilerliyordu. Bu arada Mustafa Kemal, Anafartalar Grup Komutanlığına atandı. Anafartalar Savaşı'nda düşmanın attığı şarapnel misketi Mustafa Kemal'in göğsüne isabet etti. Ancak cebindeki saate çarptığından bir şey olmadı.

Kısa sürede Türk ordusu her yerde büyük başarılar kazandı. Düşman şaşkına döndü, bozguna uğradı. Çanakkale kara savaşlarının en önemli cepheleri; Kumkale, Beşike, Bolayır, Seddülbahir, Anbumu, Kabatepe, Conkbayırı ve Anafartalar'dır. 19 - 20 Aralıkta Anafartalar ve Arıburnu cephesi, 8 - 9 Ocak'ta Seddülbahir düşmanlar tarafından boşaltıldı. Böylece 1915 baharında parlak umutlarla karaya ayak basan birleşik düşman ordusu 1916 kışında bozguna uğrayarak çekip gitti.

Bağımsızlığımızı savunmak, yurt topraklarımızı korumak için yapılan işte bu mücadele ve direniş , dünyanın en büyük liderlerinden biri olan Mustafa Kemal Atatürk ve Türk ulusu tarafından ‘’dünyaya ve insanlığa armağan edilen  kutsal bir destan’’dır.

Kamil Baki
Eğitimci / Yazar


8 Mart 2013 Cuma

Sınavlar Kaldırıldı


Duyduk duymadık demeyin!
 ''Sınavlar kaldırıldı!..''
İster inanın.
İster inanmayın.
''Sınavlar kaldırıldı!..''

Şaşırdınız, inanamadınız...
Hatta şok geçirdiniz, geçiriyorsunuz değil mi?...
Yerden göğe kadar haklısınız.

Bugüne kadar bıktınız, usandınız...
Yazılısıyla, sözlüsüyle yüzlerce sınava girdiniz çıktınız belki biraz önce bir sınavdan çıktınız.

Şöyle bir göz atalım bizi sıkıp bunaltan şu sınavlara:

Matematik Sınavı
Türkçe Sınavı
Edebiyat Sınavı
Fen Bilgisi Sınavı
Sosyal Bilgiler Sınavı
Tarih Sınavı
Coğrafya Sınavı
Din Kültürü Sınavı
Fizik Sınavı
Kimya Sınavı
Biyoloji Sınavı
Trafik Sınavı...

Parasız Yatılılık ve Bursluluk Sınavı (5-6-7-8-9-10)
Seviye Belirleme Sınavı...

Yüksek Öğretime Geçiş Sınavı
Jandarma Okullar Komutanlığı Jandarma Astsubay Temel Kursu Giriş Sınavı
Yabancı Dil Bilgisi Seviye Sınav Tespit Sınavı
Diş Hekimliğinde Uzmanlık Eğitimi Giriş Sınavı
Tıpta Uzmanlık Eğitimi Giriş Sınavı
Türk Silahlı Kuvvetleri Askeri Liseler ile Bando Astsubay Okulunda Eğitim Görecek Öğrencileri Seçme Sınavı
Sayıştay Başkanlığı Sayıştay Denetçi Yardımcısı Adaylığı Eleme Sınavı
Adalet Bakanlığı Avukatlar İçin Adli Yargı Hakim ve Savcı Adaylığı Yazılı Yarışma Sınavı
Üniversitelerdeki İdari Personel İçin Görevde Yükselme Sınavı
Adalet Bakanlığı İdari Yargı Hakim Adaylığı Yazılı Yarışma Sınavı
Tıpta Yan Dal Uzmanlık Eğitimi Giriş Sınavı
Özürlü Memur Seçme Sınavı
Yurt Dışında Çalışanların Çocukları İçin Yüksek Öğretime Giriş Sınavı
Maliye Bakanlığı İç Denetim Koordinasyon Kurulu İç Denetçi Aday Belirleme Sınavı
Dış Temsilcilerin Korunmasında Görevlendirilecek Emniyet Genel Müdürlüğü Personelini Seçme Sınavı
İçişleri Bakanlığı Kaymakam Adaylığı Giriş Sınav
Maliye Bakanlığı Mali Hizmetler Uzman Yardımcılığı Özel Yarışma Sınavı
Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü Yüksek Lisans Programlarına Giriş Sınavı
Lisans Programlarına Giriş Sınavı
Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitimi Giriş Sınavı
Lisans Yerleştirme Sınavı (1-2-3-4-5)
Polis Akademesi Polis Meslek Polis Meslek Yüksek Okulları Öğrenci Adaylığı Sınavı
Kamu Personel Seçme Sınavı
Dikey Geçiş Sınavı
Adalet Bakanlığı İcra Müdür ve İcra Müdür Yardımcılarını Seçme Sınavı
Anayasa Mahkemesi Raportör Yardımcısı Seçme Sınavı...

İlkokulda başlayan ve yaşadığımız sürece karşımıza çıkan, çıkarılan daha onlarca resmi ya da özel sınav...

Bu sınavların bir bölümü bizi şimdilik ilgilendirmiyor olabilir; ancak bir gün bu sınavlar, istesek de istemesek de, bizi de doğrudan ya da dolaylı ilgilendirecek.

Hayat, bitmek bilmeyen bir sınav.

Veya hayatımız, sınav.

Bu konuda herkesle hemfikir olduğumu ya da bir gün hemfikir olacağımı düşünüyorum.

Şimdi soruyorum sizlere: ''Sınavlar kaldırılabilir mi?'' ya da ''Kaldırılmış olabilir mi?''

Yanıtınızı duyar gibiyim: Kesinlikle hayır.

Belki başlangıçta olabilir diye düşündünüz ya da düşünmek istediniz; bu çok doğal.

Ancak yukarıdaki listeyi görünce...

Evet, bu sınavların hemen hemen hiçbiri bugünkü şartlarda kaldırılamaz.

Her sınav belirli bir zorunluluktan doğmuş ve zorunluluğun yaratığı ortam (işsizlik, geçim sıkıntısı, iyi bir gelecek, daha rahat bir yaşam sürebilmek...) ortadan kalkmadan kaldırılamaz.

Belki göstermelik, adı ya da şekli değiştirilebilir, aksayan yönleri düzeltilebilir; ancak tümüyle kaldırılamaz.

''Sınavlar Kaldırıldı''

Peki, ben böyle bir başlığı neden koydum dersiniz yazıma?

Önümüzde bir milyon dokuz yüz bin gencimizi ilgilendiren çok önemli bir sınav var: YGS (Yüksek Öğretime Geçiş Sınavı)

Sınav tarihi: 24 Mart Pazar

Bu sınava girecek gençlerimizin özellikle bu günlerde yaşadıkları kaygıları çok iyi biliyor ve bir parça kaygılarını gidermek, onları yaşadıkları stresten bir parça kurtarmak ve gerçeklerle toplum olarak yüzleşmek için bu başlığı koyup bu yazıyı kaleme aldım.

Öncelikle aşağıdaki soruları birlikte yanıtlamaya çalışalım:

1. Bu sınava girmem gerekiyor mu? Üniversiteye gitmek için başka alternatif olmadığına göre, evet.
2. Bu sınava girecek misiniz?  Buna siz karar vereceksiniz. Bu yazıyı okuduğunuza göre yanıtınız sanırım, evet.

Yanıtınız yukarıdaki iki soruya da evet ise, kaygılanacak bir durum kalmadı .

Nasıl yani?

Evet, kaygılanacak bir şey kalmadı.

Sınav kaldırılmadığına ya da kaldırılamayacığına göre öncelikle sınava odaklanmalı ve bu sınavı en iyi şekilde bitirmeliyiz.

Eğer sağlıklı bir şekilde bu sınava giremezsek sınavdan sonra konuşacak bir şey olacağını düşünmüyorum.

Yani...
Sınav sonucu, sizin bu süreçte fiziksel ve ruhsal bakımından sağlıklı olmanızla doğru orantılı.

Yani, hem fiziksel hem de ruhsal açıdan sağlığımıza dikkat etmek zorundayız.

Elimde değil, düşünmeden yapamıyorum; geceleri uyuyamıyorum.: ''Ya kazanamazsam?'', ''Ya başaramazsam?''...

Peki faydası oluyor mu: Kesinlikle hayır.

Hatta sorunu daha çok büyüttüğü ve sorunu daha karmaşık bir yapıya dönüştürdüğü tartışmasız bir gerçek.

O halde olumsuz düşünmeyecek, kendimize bu türden olumsuz sorular yöneltmeyeceğiz.

Unutmayın, olumsuz düşünmek kaygıyı arttırır, strese yol açar.

O halde tam tersini yaparak, ''yapacağım,başaracağım...'' diyerek kendinize olan güveni arttırın.

Çünkü olumlu düşünmek, olumlu şeyler söylemek ve duymak kişiyi motive eder ve kişinin başarısını arttırır.

Biraz rahatladık mı? Evet.

Yetmez.

Hemen oturduğunuz yerden kalkın; kapınızı, pencerenizi açıp evinizi odanızı havalandırın.

Derin derin nefes alıp ciğerlerine bol bol temiz oksijen doldurun.

Temiz hava insanı rahatlatır, kişinin enerjisini arttırır.

Odanız, eviniz karanlıksa perdelerinizi açın; evinize ışığın, güneşin girmesine olanak tanıyın.

Eviniz, odanız aydınlandıkça ruhunuzun da aydınlandığını göreceksiniz.

Yeter mi: Hayır yetmez.

Hemen camın önüne geçip gökyüzüne bakın, gökyüzünün güzelliğini görmeye çalışın.

Hatta üşenmeyin, hemen üstünüze bir şeyler alıp sokağa çıkın, hayata karışın; kafanızdaki kara bulutları dağıtın.

Sınavı falan düşünmeyin; sadece yürüyün, dolaşın, gezin eğlenin alı-veriş yapın.

Beynin boşalması kişiyi rahatlatır, kişinin başarısını olumlu yönde etkiler.

Rahatladınız mı?

Yanıtınız hayırsa biraz daha kendinize izin verin.

Yanıtınız evetse evinize dönebilirsiniz.

Şimdi evinizdesiniz.

Yemeğinizi,yiyin dinlenin.

Masanın başına geçip kendinize bir çalışma planı yapın.

Yaptığınız çalışma planına mutlaka uyun.

Kendinizle yarışın, kendinizi hiçbir zaman başkalarıyla mukayese etmeyin ya da birilerini gözünüzde büyütüp kompleks yapmayın.

Doğrularınıza değil, yanlışlarınıza odaklanıp bu yanlışların nedenlerini görmeye ve yanlışları düzeltmeye çalışın.

Kendinize bir hedef koyun, eğer bir hedefiniz varsa bu hedefinizi büyütün.

Çünkü hedefi olmayan, hiçbir yere varamaz.

Kendinize inanın, güvenin; hedefinizi kendinize ve çevrenize söylemekten çekinmeyin.

Unutmayın ki ''dünyayı değiştirenler, dünyayı değiştirebileceklerine inananlardır.''

Başarı dileklerimle... İyi sınavlar...

                                                                                                                   Kamil Baki

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Birileri Bizi İzliyor

İnternet…
Yüreğimizi tüm çıplaklığıyla açtığımız; acılarımızı, sevinçlerimizi paylaştığımız internet…
Başımızın belası, günlük hayatımızın vazgeçilmez parçası internet…
Dünyayı küçülten, bize dünyanın kapılarını açan internet…
Son yüzyılın harika teknolojisi…

!!!...
Acaba diyorum.
Acaba?
Harika olduğu kesin; ama kimin için?

Düşünmediyseniz, bence biraz düşünün.
Kendinize hele bir sorun: Böyle bir teknoloji benim hayal edemediğim daha başka işler de yapabilir mi?
Benim bilmediğim, ama başkalarının bildiği başka yetenekleri var mı?

Sizi düşünürken ben söyleyeyim:
Evet var.
O kadar çok yeteneği var ki, birçok kişinin onun yeteneklerini tahmin edebilmesi bile mümkün değil.

Mesela?
Nerelere girip çıkıyorsunuz, kimlerle görüşüyorsunuz?..
Meraklarınız, ilgileriniz?..
Zaaflarınız, korkularınız?..
Neyin peşindesiniz, ne yapmaya çalışıyorsunuz?..
Daha binlercesi?..

Şu an çok masum görünen bu araç doğrudan ya da dolaylı sizinle ve çevrenizle ilgili gerekli ya da gereksiz her bilgiyi derliyor. Bugün olmasa da, bir gün, mutlaka ve mutlaka sizden aldığı bilgileri, ama doğrudan ama dolaylı sizin ve çevrenizdekilerin aleyhine kullanacak.

Benden söylemesi: Siz siz olun çok masum gibi görünen bu teknolojiye fazla güvenip yüreğinizi ve sırlarınızı pek fazla açmayın.

15 Mayıs 2011 Pazar

Şiiri, edebiyatı, sanatı sevenlere...

Dün balık tutarken telefonum çaldı.
Öğlen saatiydi.
Eşim arıyor düşüncesiyle arayana bakmadan telefonumu açtım.
Alo, dedim.
Bir erkek sesi şiir okuyordu.
Hem ses, hem de şiir çok güzeldi.
Bant kaydı olduğunu, bir dostumun çok beğenip bana dinlettiğini düşündüm önce.
Sonra reklam amacıyla kullanılan bir şiir olabileceğini düşündüm nedensiz. Hatta şiir adına böyle bir şey olmasını istedim belki.

Şiir bitti.
Telefondaki ses, merhaba hocam, beni tanıdınız mı, dedi.
Evet, sesi tanıyordum; fakat o an çıkartamamıştım.
O ses, beni anlamış olmalı ki, hocam ben Mehdi, dedi.
Evet, o ses, çok sevdiğim eski bir öğrencimin, Mehdi’nın sesiydi.
Dünyalar benim olmuştu.

Çok uzaklardan bir dostun şiirlerle seslenmesi ne kadar güzeldi.
Merhaba Mehdi’ciğim nasılsın, dedim.
İyiyim hocam, şu an dağda görevdeyim.
Bir ağacın altında dinleniyordum; dinlenirken Arjantinli bir şairin şiirini okudum, çok hoşuma gitti, sizinle paylaşmak istedim, dedi.

İnanın harika bir şeydi.
Bir dostun, bir insanın; şiiri, sevilen güzel bir şeyi sizinle paylaşması…

Şiirden, edebiyattan uzaklaşmadığına çok sevindim Mehdi’ciğim, dedim.
Olur mu hocam, şiir benim için bir yaşam biçimi, dedi.

Çok duygulandım.

Koşullar ne olursa olsun şiirden, edebiyattan, sanattan kopmamak; hele hele bu çağda, bu bencil dünyada yaşamı ve yaşananı paylaşabilmek gerçekten harika…

4 Aralık 2010 Cumartesi

Gitsinler Görsünler

Bayramlar…
Ramazanıyla kurbanıyla dini bayramlar…

Hatırlandığımız, hatırladığımız; sembolik de olsa eski değerlerin yaşandığı, yaşatıldığı bayramlar…

Bayramların vazgeçilmezleri: eş-dost-akraba ziyaretleri; kolonyasıyla şekeriyle, tatlısıyla…

Ya yitirdiklerimiz, ya şu an aramızda olmayanlar?
Öncelikle hatırlanması ziyaret edilmesi gerekenler onlar sanırım.
Öyle olduğunu da görüyorum.
Bayramlarda hınca hınç kabirler…


Ağlayanlar, dua edenler, gözyaşı dökenler; annesine, babasına, kardeşine ait kabri temizleyen, düzelten insanlar…
Çoluklu çocuklu...
Yaşlı başlı, yaralı yorgun insanlar…

Her bayram, çok özel bir şey olmadığı sürece geliyorum, gelmeye çalışıyorum kabre…
Kuşkusuz gelemediğim zamanlar da oluyor kuşkusuz…


Üzülüyorum, kızıyorum çoğu zaman.
Her bayram, belki bu bayram bir şeyler değişmiş, değiştirilmiştir düşüncesiyle geliyorum…
Nafile!..
Değişen bir şey yok, hatta benim görüp de üzüldüklerimin farkında olan bile yok.


Yönetenler, nutuk çekenler, sağda solda kasıla kasıla gezenler, bir gelsinler görsünler buraları…
Ne zaman mı ?
Bir bayram günü.

Görsünler de utansınlar!..
İnsanlar ziyaret mi yapıyor yoksa çin işkencesi mi görüyor?

Akmayan sular…
Yetersiz ve düzensiz yollar…
Neredeyse üst üste gömüldüğü için çiğnenen kabirler…
Çöp yığınları, beton artıkları…

Yöneticilerimiz yurt dışına gitmeyi çok iyi biliyorlar.
Gidiyorlar geziyorlar sadece…

Gitsinler görsünler bir Batıda bu yerler nasıl?
İnsana saygı nedir öğrensinler.
Ondan sonra gerçek anlamda ‘ne olduklarını ne işe yaradıklarını’ bize olmasa da kendilerine itiraf etsinler.

23 Eylül 2010 Perşembe

Aman Dikkat

Polisiye…
Polisiye…
Heyecan, gerilim, merak…
Hepimiz severiz polisiye filmlerini, polisiye dizilerini…

Hele hele ajanlar da varsa…
Koltuklarımıza gömülür keyifle hayran hayran izleriz onları.
O ajanlarla kendimizi özleştiririz, onların yerinde olmak, onların misyonunu üstlenmek isteriz.
Çünkü doğru ve güzel işler yaparlar hep filmlerde.

Gerçekten ajanların misyonu filmlerde gösterildiği gibi mi?
İnsanlık için kendilerini, geleceklerini, ailelerini mi riske ediyor bu insanlar?

Kuşkusuz riske ediyorlar kendilerini, geleceklerini, ailelerini…
Ancak riske ediyorlar da kimin için, ne için?

İnsanlık için mi, yoksa ait oldukları milletin yüksek çıkarları için mi?
Yanıt vermeye gerek var mı?
Sanmam.

Tabi benim derdim bunların misyonunu tartışmak değil.
Benim derdim çevremizi kuşatan, ülkemizde cirit atanlar.
Yüzlercesi, farklı farklı ülkelerden, farklı farklı milletlerden…

Yerlisi yok mu?
Çok.
Hem de pek çok.

Dikkat bu ülkede bir şeyler oluyor.

Kendi dilinizi konuştuklarına bakmayın.
Kendi duygularınızı paylaştıklarına kanmayın.
0nların amacı sizin ağzından bir şeyler kapmak.
Onların amacı sizi kullanmak.

Su uyur düşman uyumaz.
Hele hele bu ülkenin düşmanı hiç mi hiç uyumaz.

Ancak o düşmanları görebilmek gerçekten çok zor.
Çünkü hem taktik hem de kılık değiştirdiler.
Bizden birisi olup aramıza karıştılar; kimisi gazeteci, kimisi işveren, kimisi işçi, kimisi sendikacı, kimisi sokak başında simitçi, kimisi üst katınızda kendi halinde bir emekli…

22 Temmuz 2010 Perşembe

Yazsam mı Yazmasam mı

Yazsam mı yazmasam mı?
Yazmam gerek biliyorum.
Gördüğümü, duyduğumu, bildiğimi yazmam gerek.
Bu konu önemli bir konu.
Hem de çok önemli, bir milyon gencin geleceğini etkileyen, hafife alınamayacak bir konu...

Bugüne kadar sürekli erteledim, birileri görür yazar diye.
Kimse görmedi, kimse yazmadı.
Ancak son yerleştirme kılavuzundaki yanlışlardan sonra, yazmalayım, yazmam gerekli, dedim kendi kendime.

Öncelikle şunu söylemem de yarar var sanırım: Benim en güvendiğim kurumlar içinde en başta gelen kurum ÖSYM'dir.
Veya öyleydi son yıllara kadar.
Her yerde bu özelliğini de seslendirmişimdir çoğu zaman.
Artık bu düşümcemi seslendirmekte biraz zorlanmaya başladım.

Bu yazımda LYS'deki sorunlara değineceğim.
Sorumlulara yardımcı olacağı kanısındayım.
Umarım dikkate alınır ya da bir özeleştiri yapılır açık yüreklilikle.

Unutulmamalı ki bu çocuklar bizim çocuklarımız.
Çalışan, hak eden, hak ettiği okula gitsin.
Gençlerimizin emekleri boşa gitmesin, inaçları, güvenleri zedelenmesin...

Değişen sınav sistemi hayatımıza iki yeni kavram soktu: YGS, LYS
YGS'yi gördük, yaşadık.
En büyük hatası, sınavda sorulan sorular çok ağırdı.
YGS'de sorular bu kadar ağır olmamalıydı.
Yeni sınav sisteminin temel mantığı böyle değildi çünkü.
YGS genel kültür, LYS bilgi ağırlıklı olacaktı.
Verilen süreler de bunun bir kanıtı değil mi?
Maalesef tam tersi oldu.
Birinci sınav oldukça ağaır, ikincisi oldukça kolay...

Neden ikincisi kolay oldu dersiniz?
Kuşkusuz YGS'de yapılan hatayı telafi etme isteğinden.
Diğer bir amaç ise toplumun eğitim sistemini sorgulamasını engellemek.

Hatırlayın LYS'ye ilk başvuru sayını.
Hatırlayamadınızsa ben söyleyeyim: beş yüz bin.
YGS'ye girme hakkı elde eden öğrenci sayısı: bir milyon dört yüz bin.
Bir milyondan fazla öğrencinin gözü korkmuş olmalı ki ikinci sınava girmiyor, girmek istemiyor.
Bir milyondan fazla genç kendini yetersiz  bularak daha farklı çözüm yollarına yöneliyor.
Korkunç bir şey.

Bu tabloda eğitim sisteminin, yapılan sınavın hiç mi payı yok.
Sonuçlar doğru okunup sağlıklı yorumlar yapılmalı.

Gelelim yeni sınav sistemindeki diğer aksayan yönlere.
İki sınav arası çok uzun.
Bu kadar uzun bir süre öğrenciye bıkkınlık veriyor.
Hele hele siz LYS'yi ta haziran sonunda yapmaya kalkarsanız...
Öğrenci yaka silkmeye, küfretmeye başlıyor.
Bir an önce , nasıl olursa olsun, bitse de kurtulsak diyor.

Metorolojiden sınavın yapıldığı günlerle ilgili hava sıcaklıklarıyla ilgili rakamları bir alın ve karşılaştırın.
Türkiye çok geniş bir coğrafya.
Haziran ayı sonunda yapılan bir sınavın değişik coğrafyadaki öğrencilere değişik avantaj ya da dezavantaj sunduğunu göreceksiniz.

LYS'de diğer bir sorun ise her ders için ayrı kitapçık ve ayrı süre verilmesi.
Testi bitiren öğrenci ya da testi çözmek istemeyen öğrenci bekleyecek.
Bekler mi dersiniz?
Beklemiyor, beklemek istemiyor.
Beklemek istemeyen sorun yaratıyor, diğer öğrenciyi rahatsız ediyor.
Ya da sağa sola bakıyor, kopya çekiyor, çekmeye çalışıyor.
İnanın ki bu yıla kadar kopya çektiğini, sağındakinden solundakinden yanıtları geçirdiğini söyleyen bu kadar çok öğrenci ne gördüm ne de duydum.

Dikkat!
En önemli sorun bu bence.
LYS'de kopya çekiliyor.
Hem de çok ciddi bir şekilde.
Sonuçlar, başarı sıralamaları daha nesnel değerlendirilmeli, gerekli önlemler alınmalı.

Unutulmamalı ki sınav sadece belli sayıda soruyu öğrencinin önüne koymak değildir.

29 Haziran 2010 Salı

Sorumlular Ayağa Kalksın

SBS
Açılımı:
Seviye Belirleme Sınavı.

Bitti.
Kaç yıl sürdü: iki yıl
Getiriliş gerekçesi: öğrencileri stresten kurtarma.
Kaldırılış gerekçesi: öğrencileri bunalıma sokma.

Sorumlular!
Hesap vermeyi düşünüyor mu?
Mutlaka hesap vermeli.

Yetkililer!
Hesap sormayı düşünüyor mu?
Mutlaka hesap sormalı.

Bu memleket, bu memleketin çocukları deneme tahtası değil.

Herkes bunun bilincinde olmalı, gereğini yerine getirmeli; gereğini yerine getirmeyen ya da getiremeyen de gitmeli.

Ben yaptımla bu işler olmuyor.
Olması da mümkün değil.

Bilim çağındayız, teknoloji çağındayız.

Bilmiyordum, düşünemedim…
Bunlar gerekçe olamaz.
Bilecek, düşünecek, hesap edeceksin.

Bir iş yapılıyorsa, önce araştırılır, incelenir.
Bilenlere danışılır.

Eskiler boşuna dememiş, bin ölç bir biç.

Ölçmüyorsun ama biçiyorsun.
Olmadı ne yapayım?

Kumaş senin değilse, bir de, sen ne yapıyorsun, diyen yoksa sonuç böyle olacaktır kuşkusuz.









1 Mayıs 2010 Cumartesi

Vatandaşı Cezalandırmak

Devlet dairelerine gideceğim zaman tüylerim diken diken oluyor.
Gitmemek için binlerce gerekçe yaratıyor, hatta mecbur kalmadıkça gitmiyorum.

Gidersem de mecburen gidiyorum.
Başka bir çözüm yolu bulamadığım için gidiyorum.
İşim bitip de devlet dairesinden çıkınca da büyük bir oh çekiyorum.

Hizmet mi alıyorum, dayak mı yiyorum belli değil.
Hart, hart…
Adeta, beni ne uğraştırıyorsun?..
Seninle mi uğraşacağım?…
Sen de nereden çıktın?.
Daha binlerce buna benzer mimik.

Ben para ödüyorum kardeşim…
Devlet ekonomisine katkıda bulunuyorum…

Yok, sanki öyle değil de; bana hizmet veren eleman, bir angaryayla karşı karşıya, kendi sorumluluğu olmayan bir işi birilerinin zoruyla yapıyor…

İçimden, siz nasıl elemansınız, demek geliyor; ancak desem de hiçbir şeyin değişmeyeceğini bildiğim için susuyorum.
Çok iyi biliyorum ki sızlansam da, laf söylesem de hiçbir şey değişmeyecek.

Boşu boşuna sinirlerim bozulacak.
Boşu boşuna vakit kaybedeceğim.
Belki de başım belaya girecek.

Ama ben yine de söyleyeyim:
Benim işim, sizin işiniz.
Benim verdiğim işi yapmak için sizlere para ödeniyor.
Benim işimi hakkıyla ve güler yüzle yapmakla yükümlüsünüz.

İşinizi beğenmiyor olabilirsiniz.
Beğenmiyorsanız da o işten sorumlu siz olduğunuz için kendinize saygı adına o işi hakkıyla yapmalısınız.

İmkanlarınız kötü, maaşınız düşük, bu yüzden de mutsuz ve isteksiz olabilirsiniz.
Ama şunu unutmayın sorun’un muhatabı vatandaş değil.
Sorun’un muhatabı da çözüm mercii de devlet.

İşte bu yüzden de öncelikle koşullarınızı işvereninize (devlete) anlatacak, hakkınızı arayacaksınız.
Yok, hala hiçbir şey değişmiyorsa o zaman o işi bırakacaksınız.

Bırakmıyor ya da bırakamıyorsanız, mecburen işinizi hakkıyla yapacak, sizin koşullarınızla hiçbir ilgisi bulunmayan sıradan vatandaşı cezalandırmayacaksınız.

11 Nisan 2010 Pazar

YGS'de Dakika Bir Yanlış Bir

2010 YGS bugün yapıldı. Türkçe testinin 20. sorusu çift yanıtlı, yani yanlış.
Hangi soru dersiniz?
Çok ilginçtir ki anlatım bozukluğuyla ilgili olan soru.
Sınava girecek öğrencilerin Türkçeyi doğru kullanıp kullanamadığını ölçmeye (!) yönelik bir soru.
Soru kökü, aşağıdaki cümlelerin hangisinde bir anlatım bozukluğu vardır, diyor. Doğru yanıt: E. Evet, E seçeneği anlatım yönünden yanlış. E seçeneğindeki cümle ''bizim alacağımız başarı'' değil, ''bizim göstereceğimiz başarı'' biçiminde olması gerekirdi. Ancak C seçeneği de anlatım yönünden yanlıştır.
Seçenek şu şekilde: ''Azimle çalışmanın ne demek olduğunu, onları görünce anladım.'' Bu cümleye dikkat edilirse bu cümlede birden fazla anlam olduğu görülecektir. Birinci anlam, yapılan çalışmanın biçimiyle ilgili, yani ''azim'' sözcüğünün ''ile'' sözcüğüyle öbekleşerek zarf görevi üstlenmiş biçimi; ikinci anlam, ''azim'' ve ''çalışma'' kavramları ile ilgili, yani ''ile'' sözcüğünün bağlaç olduğu biçimdir.
Başka bir söyleyişle, bu cümlede ''ile'' (-le) sözcüğünün türü belli değildir. Edat olarak da bağlaç olarak da değerlendirilebilir.
Sonuç olarak, bu sorunun hem C seçeneği hem de E seçeneği anlatım yönünden yanlış, yani çift yanıtlı bir sorudur. Yetkililere duyrulur..

27 Ekim 2009 Salı

Safız da...

Büyük marketler…
Binlerce insanın her gün uğradığı, alışveriş yaptığı marketler…
Birçok ürünü yana yana getiren…
Hep ''en ucuz''unun (!) kendilerinin olduğunu iddia eden marketler…

Gerçekten öyle mi?
Sanmam.
Nasıl bu kadar rahat konuşabiliyorum?
Kuşkusuz gördüklerim, yaşadıklarım, şahit olduklarımla…

Çok zor değil aslında gerçeği görmek.
Şu promosyonları bir takip edin bakalım, gerçekten de promosyon mu değil mi, bir görün.
% 40, % 50 indirim dedikleri ürünlerin o etiket konmadan önceki fiyatlarını hatırlamaya çalışın.
Üst üste yapıştırılan etiketlerin altındaki rakamlara bir bakın…

İnanın şaşkına dönecek, hayıflanacaksınız.
''Safız da, gerçekten bu kadar mı saf bir millet miyiz biz?'', demek zorunda kalacaksınız.

28 Eylül 2009 Pazartesi

Sözcüklerle Oynamak

Yakalandı mı, teslim mi oldu?
Hiç kuşkusuz teslim oldu.

Kim mi?
Cem Garipoğlu.

Ancak sabahleyin televizyonu açtığımda, bir televizyon kanalı (adını bilerek vermiyorum), ''Cem Garipoğlu yakalandı.'' manşetiyle yayın yapıyor, olayın gelmişini geçmişini tüm detaylarıyla yayınlıyordu.

Bir ara diğer televizyonlara baktığımda Cem Garipoğlu’nun avukatının açıklamasıyla karşılaştım.
Avukat, Cem’i polise kendisinin teslim ettiğini, teslim etmeden önce de polise haber verdiğini söylüyordu.

Olayın özü. Cem Garipoğlu ''yakalanmamış'', ''teslim olmuş''tu.

Benim burada özellikle ilgilendiğim Cem’in yakalanması ya da teslim olması değil, bir televizyon kanalının bilerek ya da bilmeden ''sözcüklerle oynaması''

''Sözcüklerle oynamak'' diyorum; çünkü ''yakalanmak'' ve ''teslim olmak'' arasındaki farkı bilmemek bir televizyon kanalı için cahillikle eşdeğer bence.
Bir haber kanalının bu kadar cahil olabileceğini düşünmek ise mümkün olamayacağına göre, geriye ne kalıyor: ''sözcüklerle oynamak'' kalıyor.

Sözcüklerle bilerek oynamak, ''kamuoyunu yanıltmak, yanıltmaya çalışmak''tan başka bir şey değil.
Umarım, bu olayda birilerine hoş görünmek gibi bir kastı, bir beklentisi yoktur bu haber kanalının.
Eğer varsa yazık, çok yazık.
Yoo, yanlışlık diyecek olurlarsa o zaman ''Türkçe adına çok ayıp''.

Yine de ben ne olur ne olmaz bu iki sözcüğün anlamlarını belirteyim:
''yakalanmak'' ele geçirilmek; ''teslim olmak'' ise, kendini teslim etmek, mücadeleden vazgeçmektir.

23 Haziran 2009 Salı

Milli Gelirden Aldığımız Pay

Kişi başına düşen milli gelir: 10.000 dolar, 20.000 dolar, 30.000 dolar… deniyor.
Çok güzel, harika…
Yani birey olarak benim ya da sıradan bir insan olarak sizin cebinize giren ya da girmesi gereken yıllık para: 10.000 dolar, 20.000 dolar, 30.000 dolar…

Devlet olarak, millet olarak kazandığımızı eşit olarak pay ediyoruz.
O da güzel.
Peki benim cebime giren???

Basit bir hesap yapalım.:
Varsayalım ki bizim kişi başına düşen milli gelirimiz 10.000 dolar olsun.
Dört kişilik bir ailenin milli gelirden alacağı toplam pay, yıllık 40.000 dolar eder.
TL olarak karşılığı yaklaşık 60.000 TL.
Yani bu ailenin evine girmesi gereken para, aylık 5.000 TL.
Peki giriyor mu?
Hayır.
Peki ne kadar giriyor?
Aylık 1.000 TL.
Aradaki fark aylık 4.000, yıllık 48.000 TL.

Şimdi soruyorum bu fark kimin cebinde ya da bu paralar nerede?
Ülke genelini düşünün ve bunun hesaplamasını siz yapın.
Arada büyük uçurum ve gelir dağılımında korkunç bir dengesizlik çıkar ortaya.

Kısacası kişi başına düşen milli gelir sözü koskoca bir aldatmaca.
Sadece toplumu psikolojik bir baskılama yöntemi:
''Bakın ne kadar zenginsiniz.'' , ''Zenginliğinizin farkında değilsiniz.''...

Bence önemli olan kişi başına düşen milli gelir değil, toplumun hangi kesiminin bu gelirden ne kadar pay aldığı.

Milli gelirle birlikte bu oranları açıklasınlar da görelim: Kim ne kadar zengin, kim ne kadar fakir; gelir dağılımız ne kadar adil ya da insanların milli gelirden aldığı pay ne kadar dengeli?..

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Sen Okuyorsun

-Yaşamdan Gerçek Bir Kesit-
Tarih: 25 Mayıs 2009
İzmir’e gitmek için evden çıkmıştım.
Beni yolcu etmek için eşim ve on iki yaşındaki oğlum da durağa benimle gelmişti.
Durağa geldiğimizde biraz uzaktaki yaşlı teyze gözüme ilişti.
75-80 yaşlarında ufak tefek bir kadındı.
Yanında bir pazar arabası vardı.
Otobüs durağının yanındaki küçük çöp kutusunun yanında bir şeylerle uğraştığını gördüm.
Ne yaptığını merak edip izlemeye başladım.
Çöp tenekesini karıştırıyordu.
Çöp tenekesindeki pet şişeleri aldı yanındaki pazar arabasına koydu.
Çok şaşırmış bir o kadar da üzülmüştüm.
Gerçi son yıllarda benzer manzaralarla karşılaşmıyor değildim; fakat bugün böyle bir olaya çok yakından şahit oluyordum.

Benim gözümde o yaştaki insanlar sevecen bir nine, bir dededir.
Sıcacıktırlar; sarıldıklarında çocukların içini ısıtırlar.
Mis gibi kokar, insanın yüreklerini ferahlatırlar.
O insanların gözlerine baktığınızda bütün bedeninizi bir huzur ve güven kaplar…

Fakat ben o gün gördüğüm manzara karşısında inanın şok olmuş, derinden yaralanmıştım.
Gayri ihtiyari elimi cebime attım, cebimdeki bozuk paraları çıkardım.
Çok bir para değildi cebimden çıkanlar.
Eşime, bozuk para var mı yanında, dedim.
Eşim cebinden çıkardığı bozuk paraları çıkarıp bana uzattı.
İçinden bir bölümünü alıp oğluma uzattım.
Bunları karşıdaki teyze ver, dedim.
Eşim de oğlum da şaşırmıştı.
Oğlum elinde paralarla yaşlı teyzenin yanına gitti paraları uzattı.
Teyze paraları almıyor, oğlum ise alması için ısrar ediyordu.
Aralarında bir süreliğine bir konuşma geçti.
Bizse merakla onları izliyorduk.
Oğlum bizi işaret etti; teyze bize baktı, paraları aldı, bize el sallayarak uzaklaştı.

O sırada oğlum geri geldi.
Çok merak etmiştik ne konuştuklarını.

Oğlum, yaşlı teyzenin paraları kabul etmediğini, sen okuyorsun bu paralara senin benden daha çok ihtiyacın var, dediğini söyledi.
Sen bu paraları al, bunları annemler gönderdi deyince size baktı ve paraları aldı, dedi.

İnsanlığımdan utandım.
Bu yaşananları, 75-80 yaşındaki bir kadının, hiç mi hiç hakketmediğini düşündüm.

Yaşlı teyze uzaklaşıp gitti, bizimse içimizde derin bir sızı, dudaklarımızda acı bir tebessüm kaldı.
http://kamilbaki.blogspot.com

24 Mayıs 2009 Pazar

Gerçek ve Çağdaş Yönetim

Devlet eliyle çok güzel işler yapmak mümkündür.
İsterseniz yaparsınız.
Çünkü millet size o yetkiyi, gücü ve olanakları vermiştir.
İsterseniz ama…

İstemezseniz hiçbir iş yapmaz, milletin size verdiği yetkiyi, gücü ve olanakları boşuna harcar veya harcatırsınız.
Öncelikle şunu belirtmekte yarar var: Yetki ve olanak kullanımı bilgi, beceri isteyen bir özelliktir.
İyi bir ekip çalışmasını gerektirir.
Dürüstlük ve sorumluluk ister.
En önemlisi de milletin olanaklarını kutsal bir emanet olarak görmeyi zorunlu kılar.

Eğer bunların tersi olursa ''Devletin malı deniz, yemeyen domuz.'' olur.
Tabi yenen ya da hiç edilen devletin malı değil, ''milletin malı''dır kuşkusuz.
Yiyen ya da hiç edenlerse kendilerini milletten üstün görenler ya da kendilerini o kategoriye dahil etmeyenlerdir.

Şimdi bunları neden söyledim?
Kuşkusuz laf olsun diye söylemedim.
''Devlet eliyle'' her gün biraz daha fakirleştiğimizi gördüğüm için söyledim.

Bu konuda uzman olmaya gerek yok sanırım.
Şöyle etrafına bakan, yaşadıklarına duyarsız kalmayan, basit toplama çıkarma yapmayı bilen herkes bu gerçeği rahatlıkla görebilir.

Hesap ortada; ''toplanan yüksek vergiler, kontrolsüz ve bilinçsiz harcamalar, gösterişe ya da göz boyamaya yönelik yatırımlar…''

Milletten al, hesapsızca savur.
Geriye dönüşü olmayan basit ve basiretsiz bir yöntem.
Hesap soran?...
Maalesef.

Çözüm: Milletten alınan artısıyla millete dönmeli, dönmeyenin hesabı, kim olursa olsun, mutlaka sorulmalı.

31 Mart 2009 Salı

Duyarlılık

Tarih 29 Mart 2009 Pazar.
Türkiye bir seçim yaşıyor.
Her Türk vatandaşı gibi ben de oyumu kullanmaya gittim sandık başına .
Şu an oyumu kullandım, vatandaşlık görevimi yapıp demokrasiye bağlılığımı gösterdim.
Huzurluyum.

Benim gibi binlerce insan, yaşlısından gencine, kadınından erkeğine herkes, ama herkes aynı sorumluluk ve heyecan içinde sandık başındaydı.
Herkes görevini sıkılmadan, savsaklamadan, oflamadan puflamadan yaptı.
Eminim o insanlar da demokrasiye karşı görevlerini yerine getirdikleri için en az benim kadar huzurlu ve mutludurlar.
Ancak yönetenlerin ve yönetmeye talip olanların biz vatandaşların ortaya koyduğu sorumluluk bilincinde olmadığını gördüm veya ister istemez öyle olduğunu düşünmek zorunda kaldım.
Neden, diyebilirsiniz.
Bakın açıklayayım:
Yıllardır oy kullandık, kullanıyoruz ve daha çok kullanacağız.
Ancak şöyle geçmişi bir hatırlayın.
Sandık başında değişen bir şey var mı?
Yok.
Değişen hiçbir şey yok.
Yine o köhne sandıklar, yine o basit listeler; çuvallar, yer göstermekten aciz yer işaretleri, çarşaf gibi oy pusulaları…

Bir de seçimden önceki propaganda dönemlerini anımsayın.
Meydanlarda atılan nutuklara bir bakın:
''Önce insan'', ''Her şey sizin için'', ''Çağ atlattık'', ''Çağdaş uygarlık düzeyini yakaladık''…
Öyle mi dersiniz?
Sanmıyorum.
Çok basit bir örnek: yaşlılar, hastalar, hamileler…
Bu insanların hangi koşullarda oy kullandıklarına hiç dikkat ettiniz mi?
Dikkat etmediyseniz ben söyleyeyim:
Diğer insanlarla aynı koşullarda.
Özel bir düzenleme var mıydı?
Maalesef.
Peki o insanların hiç farklılığı yok muydu?
Vardı kuşkusuz:
Yaşlıydılar, yorgundular, hastaydılar…

Ancak kim ne derse desin o insanlar sorumluluk sahibiydiler.
Onlar sorumluluk sahibiydi; ama yetkililer sorumluluk bilinci içinde değildi maalesef.
Hepsi uyuyordu, hem de gözü açık.

Hani önce insandı?
Hani çağ atlamıştık ya da atlıyorduk.
O saygın insanlar bin bir güçlükle o seçim yerlerine geldiler.
Onlarca merdiveni bin bir güçlükle çıktılar, kuyrukta beklediler, yine aynı sıkıntılar içinde o merdivenleri inip evlerine gittiler ve hiç şikayet etmediler.
O saygın insanlar için özel bir düzenlenme yapılamaz mıydı?
Merdivenleri çıkmadan kuyruklarda beklemeden bu iş gerçekleştirilemez miydi?
Kuşkusuz bunların hepsi ve daha fazlası gerçekleştirilebilirdi.
Ama olmadı, belki daha çok zaman olmayacak.
Ben buna bakmak ve görmek diyorum.
Bakmak ayrıdır, görmek ayrıdır.Bizi yönetenler, şu an yetkili olanlar sadece bakıyor; ama göremiyor.

Herkes bakabilir.
Ancak herkes göremez.
Görebilmek için bilgi gerekir, deneyim gerekir; en önemlisi de duyarlılık gerekir.
O da maalesef, asıl olması gerekenlerde yok.

21 Ocak 2009 Çarşamba

ÖSS Rezaleti

Rezalet, kelimenin tam anlamıyla rezalet.
Beceriksizlik, iş bilmezlik, basiretsizlik…
Aklınıza ne gelirse söyleyin.
Nasıl olsa sizi ciddiye alan yok.

Gençliğimiz, geleceğimiz; deneme tahtası.
O tahtanın ortasında, bu memleketin çocukları.
Yazık, çok yazık…

Dene deneyebildiğin kadar.
Nasıl olsa arayan yok, soran yok.
Arayan soran olsa ne çıkar; ortada, konunun muhatabı yok.

‘’Değiştiriyorum, değiştiriyorum…
Değiştirdim’’

Harika bir sistem (!)
Bundan böyle, çocuklarımız dershane bataklığından kurtulacak(!)
Ezber yok(!)
Kabus yok(!)…
‘’Yaşasın, Tek Basamaklı ÖSS!’’

ÖYS??? Tü, kaka…

Kaç yıl gitti?
Üç.

Olmadı bu sistemin de hataları var.
Soru sayısı yetersiz.
Başarıyı ölçmüyor.
Alanları iyi belirlemiyor…

Eee, ne yapalım?
Değiştirelim.

‘’Değiştiriyorum, değiştiriyorum…
Değiştirdim.’’

Harika bir sistem(!)
Bundan böyle, çocuklarımız dershane bataklığından kurtulacak(!)
Ezber yok(!)
Kabus yok(!)…
‘’Yaşasın, Soru Sayısı Arttırılmış, Aynı Anda Uygulamalı, Çift Basamaklı ÖSS!’’

Tek Basamaklı ÖSS??? Tü, kaka.

Kaç yıl gitti?
Dört.

Olmadı bu sistemin de hataları var.
Soru sayısı yeterli-yetesiz.
Aynı anda uygulamalı pek sağlıklı değil.
Sadece test olması da sakıncalı.
Hem çocukları tembelleştiriyor, hem de onları dershanelere bağımlı kılıyor.

Eee, ne yapalım?
Değiştirelim.

‘’Değiştiriyorum, değiştiriyorum…
Değiştirdim.’’

Harika bir sistem(!)
Bundan böyle çocuklarımız dershane bataklığından kurtulacak(!)
Ezber yok(!)
Kabus yok(!)…
‘’Yaşasın, ÖYS!’’

Soru Sayısı Arttırılmış, Aynı Anda Uygulamalı, Çift Basamaklı ÖSS??? Tüü, kaka.

Dön baba dön…
Sanırım birileri bizim çocuklarla kafa buluyor.

Haddim değil ama ben yine söyleyeyim; siz bence sistemi değil, kendinizi değiştirin.
Çünkü marifet, sistemde değil; marifet Türkiye gerçeklerini görebilmek, ona uygun çözümler üretebilmekte.

26 Eylül 2008 Cuma

ÖSS'de Zaman

Öğrencilerin kabusu, velilerin baş belası.
Şu meşhur ÖSS.
Kırk yıldır hayatımızdan bir an çıkmayan, çıkarılamayan ÖSS.

Eğrisiyle doğrusuya.
Tam kırk yıl.
Dile kolay.
Daha nice yıllara… diyemeyeceğim.

Diyemeyeceğim, çünkü söylenecek çok söz, eleştirilecek çok uygulama var.

‘’Ne yapalım başka çözüm mü var? Var da uygulamadık mı?’’ diyecekler biliyorum.
Varsın, desinler.
Ben yine söyleyeceğimi söyleyeceğim.

Bir yarıştır gidiyor kırk yıldır; görüyor, yaşıyoruz.

Her gün şartları biraz daha ağırlaşan…
Her gün ödenecek bedeli biraz daha büyüyen…

Kazanan da kaybeden de bizim çocuklarımız.

Hiç kimsenin hakkı yok bu çocukların umutlarını kırmaya…
Hiç kimsenin hakkı yok bu çocukların gençliklerini çalmaya…

Hadi, diyelim ÖSS’yi kaldıramıyorsunuz.
Hiç mi aklınıza gelmiyor daha insanca, daha hakça bir sınav düzenlemek!

180 soru, 3 saat 15 dakika süre.
Her soruya ortalama 1 dakika.Oku, düşün, çöz, işaretle.

Yetişmedi.
Yetiştirseydin!...
Heyecanlandım.
Heyecanlanmasaydın!...

Sonuç: Bir yükseköğretim kurumuna yerleştirilemedi.
Yapacak bir şey yok.
Seneye şansını bir daha dene.
Dile kolay, tam bir yıl.
Üç yüz atmış beş gün.

Suç: Heyecanlanmak.

Kim, on yedi yaşındaki bir insana geleceğinin belirleneceği bir sınavda heyecanlanma diyebilir?
Hiç kimse.

Hiç kimse kendisinde böyle bir hakkı göremez, görmemelidir de.

Heyecanlanmak, hele hele gelecek kaygısıyla ezilen bir bireyde en doğal tepki, en doğal refleks…

Eğer kendinize güveniniz varsa onların yerine kendinizi koyun bir de.
Sakın acele etmeyin (!) daha çok zamanınız var.

Çözüm: ÖSS’de, daha seçici soru; daha bol zaman.Haydi kolay gelsin sizlere.

18 Eylül 2008 Perşembe

Şu Bizim Televizyonlar

Bayılıyorum şu bizim televizyonlara.
Ne güzel uyutuyorlar milleti.
Sabahtan akşama yayınlanan dedikodu programaları, sakız gibi uzatılan diziler, abartılı haber programları...

Soran yok, sorgulayan yok.
Siz ne yapıyorsunuz, ne yapmak istiyorsunuz diyen yok...
Biraz tepki alınca halk bunlardan hoşlanıyor, toplum bu tür yayınları seviyor... savunması.

Peki nerede sizin yayın ilkeleriniz, yayıncı ahlakınız?...
Nerede toplumsal göreviniz, Türk toplumunun geleceğine yönelik sorumluluğunuz?..

Unutmayın ki kendi halkını küçümseyeni, kendini çıkarlarını toplumun çıkarlarının önüne koyabileni tarih affetmez

8 Ağustos 2008 Cuma

Konuşmak

''Herkes kendi işine baksın!''

Ne demek Allah aşkına bu sözün anlamı?
‘’Kimse benim işime karışmasın.
Bu işi benden daha iyi bilen yoktur.
Ben hata yapmam.
Beni kimse eleştiremez.
Size ne oluyor?’’…

Bunları mı anlamamız gerekiyor bu sözden?
Açıkçası ben bunları anlıyorum.
Hatta daha fazlasını.
Ya siz?

Kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz ?

Çağımız bilgi çağı.
Çağımız teknoloji çağı.
Çağımız akıl çağı.
Çağımız sosyalleşme, toplumsallaşma çağı.
Çağımız daha iyi, daha güzel adına eleştiri, özeleştiri çağı…

Nasıl olur da ben, yaşama ve yaşanana duyarsız kalırım?
Nasıl olur da ben, yer yerinden oynarken hiçbir şey yokmuş gibi sırtımı döner giderim?
Nasıl olur da ben, dünyalı iken bu dünyada bir uzaylı gibi yaşarım?

Hiç kimse kusra bakmasın, ben insanım.
Diğer varlıklardan farklı; duyan, düşünen; diğer insanların acısı karşısında yüreği burkulan, üzülen; sevinçleriyle mutlu olan bir varlığım.

Ben gören, gördüğü olumsuzluklar karşısında tepki veren, hatta tepki vermek mecburiyetinde olan bir varlığım. Çünkü ben yaradılış olarak diğer varlıklardan farklı olan, farklı olmak zorunda olan bir varlığım.

Kuşkusuz bu noktada, soyut açıdan insanları kategorize edip, bu dünyada çeşit çeşit insan var, diyebilirsiniz.
Doğrudur.
Bencil, ikiyüzlü, çıkarcı, duyarsız, tutarsız, hissiz…
Daha binlercesi…

Ben bu tip insanları hesaba bile katmıyorum; katmıyorum çünkü bu tür insanlar, insan kılığındaki, hayvan sözcüğünü bile hak etmeyen, ne idiği belli olmayan yaratıklardır.

Ben, ''insan gibi insan''lardan söz ediyorum.
Yaşama da yaşanana da seyirci kalamayan.
‘’Yaşam, benim yaşamım.
Şehir benim şehrim, ülke benim ülkem, dünya benim dünyam…’’ diyen insanlardan söz ediyorum.

İşte bu tür insanların, şehri, ülkesi, dünyası adına konuşması için siyasetçi olması gerekmez; çünkü konuşmak, ''insan gibi insan''ın en doğal hakkı, insanca yaşamın olmazsa olmazıdır.

15 Haziran 2008 Pazar

3.03=19

Bu nedir diyenleriniz çıkacaktır.
3.03=19.
Bu bir Telekom hesabı, daha doğrusu faturası.
Pek de eski değil, oldukça yeni.

Benim bu hesaba pek aklım ermedi.
Eminim ki sizin de pek aklınız ermeyecek.
Gerçi bu hesaba aklı erenler var ki, böyle bir fatura düzenleyip göndermişler.

Nedir, 3.03=19 ?
Birlikte bakıp anlamaya çalışalım.
Aylık görüşme ücreti (şehiriçi+şehirler arası), 3.03 TL.
Başka bir söyleyişle alınan ya da Telekomun bana verdiği hizmet karşılığı.
Peki, alınan hizmet bu; ödenmesi gereken, 19 TL.

Dünyanın neresinde böyle bir fatura var, çok merak ediyorum.
Hem de faturada belirtiyorsunuz 3.03 TL’lik hizmet aldınız, ancak 19 TL ödeyeceksiniz.
Maşallah ballı börek.

Ağlasam mı gülsem mi, anlayamadım.
Nedir desem, biliyorum ki kimse açıklayamayacak bana bu faturayı.
En iyi niyetlisi faturada yazanları bana yinelemekten başka bir şey yapmayacak.

Bakın onlar yinelemeden ben size söyleyeyim.
Aylık ücret (sorma ver parası): 10.64
KDV: 2.59
Özel İletişim Vergisi: 2.16
Görüşme Ücreti: 3.03
Ödenmesi Gereken Toplam Ücret: 19 TL

Yanlış içinde yanlış.
KDV de Özel İletişim Vergisi de aldığınız hizmetle ilgilidir.
Benim aldığım hizmet, 3.03 TL.
Eğer KDV ve Özel İletişim Vergisi ödemem gerekiyorsa esas alınması gereken rakam 3.03 TL’dir, 13.67 değildir.
Çünkü ben 10.64 TL’lik hizmeti almadım.

Bu para, bana hiçbir hizmet verilmeden benden istenen para.
Haa, burada kalkıp tesis mesis gibi laflar edebilirler.
Hemen peşinen söyleyeyim, bu türden laflar artık çok yavanlaştı..


Sonuç olarak, hizmet satmak, ticaret yapmak isteyen kendi tesisini kendi kurar.
Varsa bildiğiniz böyle risksiz, yağlı işler, gösterin bize de, sayenizde iş güç sahibi olalım.

7 Haziran 2008 Cumartesi

Küresel Soygun

Evet, her gün , her saat, her an soyuluyoruz.
Geçmişte de soyulduk, şu an da soyuluyoruz, eğer aklımızı başımıza almazsak daha çok soyulacağız.

Geçmişte soygun, topla, tüfekle yapılırdı.
Sömürgeler, gelişimi engellenmiş toplumlar, gizli ya da açık işgal altında bulunan topraklar…

Günümüzde soygunun şekli değişti.
Gerek yok artık askere, silaha, işgale…

Sanayisini, tarımını yok et, eğitimini çökert… ülkelerin.
Tüketimi körükle sonuna kadar elindeki tüm imkanlarla…
İnsanların, önce parasını elinden al televizyonlarla, kredi kartlarıyla.
Yetinme borçlandır insanları gırtlağına kadar.
Borcunu ödeyebilmek, iki yakasını bir araya getirebilmek için daha çok, daha çok çalışsın çağdaş köleler.
Daha çok çalışsın ki düşünmeye vakti olmasın hiçbirinin.
Düşünmeye vakti olmasın ki kurtulamasın bu büyük soygundan.

Sadece soyulan insanlar mı acaba?
Kuşkusuz hayır.
Küçük büyük fark etmiyor; devletler de soyuluyor, borçlandırılıyor her gün.
Toplumların geleceklerine ipotek koyuluyor, şeytani planlarla.

Her şey kurallara uygun.
Her şey yasal, görünüşte.

Peki, kim bu küresel soygunu yapanlar?
Dünün sömürgeci, günümüzün süper güçleri.
-Sözüm ona dünyaya demokrasi, ahlak dersi verenler-

Artık uyanma, zincirleri kırma zamanı.

6 Haziran 2008 Cuma

Deyim ve Atasözü

Birçok kişi aralarında çok fark olmasına karşın deyimlerle atasözlerini karıştırıyor. Karıştırmaları doğal, çünkü ikisinin arasında ortak birçok özellik var. Her ikisinin de anonim olması, her ikisinin de kalıplaşmış sözler olması…Ancak şu da bir gerçek ki deyimle atasözü arasında çok önemli farklar da var. Sıradan bir insan bile biraz dikkat ettiğinde bu farkları görebilir.

Deyime atasözü, atasözüne deyim desek ne çıkar? Olmaz, deyime atasözü, atasözüne deyim diyemeyiz. Doğrusunu bilmek, doğru olarak kullanmak zorundayız. Bu, dil bilinçinin, dile saygının gereği.

Gerçi biz toplum olarak kulaktan dolma bilgilerle yetinen, pek okumayan, hatta hiç araştımayan bir toplumuz. Eğer bir yerlere gelmek, kandırılmamak, sömürülmemek, birilerinin oyuncağı olmamak istiyorsak, okumak, araştırmak, kulaktan dolma bilgilerle yetinmemek zorundayız.

Gelelim asıl konumuza. Deyimlerle atasözleri arasında öncelikle amaç farklılığı var. Deyimlerde amaç, dile çekicilik canlılık katmak, tek bir sözcükle karşılanamayan birtakım soyut kavramları karşılamak, bu kavramaları somutlaştırmaktır. Atasözlerinde ise amaç, ders vermek, yol göstermek, yüzyıllara ait deneyimleri gelecek kuşaklara aktarmaktır.

Deyimler söz değerinde, atasözleri yargı değerindedir. Yani deyimler, sözcüklerin; atasözleri ise cümlelerin işlevini yerine getirir.

Deyimler, bir kavamı karşılamayla; atasözleri ise bir deneyimi, bir tecrübeyi dile getirmeyle ilgilidir. Başka bir söyleyişle deyimler bir kişi ya da durumla ilgili yani özel, atasözleri ise tüm toplumla ilgili yani geneldir.

''Hamama gider, kurnaya; düğüne gider zurnaya aşık olur.'' kişiye yönelik, ''şıpsevdi'' insanlar için kullanılan bir deyimdir. ''Hamama giren terler.'' topluma yönelik ve tüm insanlarla ilgili bir gerçeği dile getiren bir atasözüdür.

1 Haziran 2008 Pazar

Bastığın Yerleri “Toprak!” Diyerek Geçme, Tanı

Çoğu zaman denk geliyor ben de dinliyor, hatta söyleyen öğrencilere katılıyor, çoşkuyla söylüyorum.
Neyi mi?
Ulusal marşımızı tabi ki.
Saygıyla, sevgiyle, gururla…Dimdik.
Bu ülkeyi bir toprak parçası olmaktan çıkarıp uğrunda ölünebilecek bir vatan haline getiren atalarımızı saygıyla anarak.

Ancak bazen sağıma soluma baktıkça üzülmüyorum dersem yalan olur.
Bir zorunluluğu savıyormuş gibi davranan insanlar…
Bir an önce bitse de gitsek duygularıyla şekillenen tavırlar, sözler…
Ya da marşa yakalanmamak için acele eden, hatta fırsatını bulup törenden sıvışanlar…
Hem üzülüyor hem de bu insanları gördükçe utanıyorum.

Bazen düşünmüyor değilim.
Neden bu böyle, diye.
Bir yerlerde bir yanlış mı var?

Evet, var; hem de çok büyük yanlış var.
Ulusal marşımız diyor, doğal olarak da saygı bekliyoruz.
Peki, biz devlet olarak ne yapıyoruz?
Ya da bugüne kadar ne yaptık ulusal marşımız adına?
Biz, ona hak ettiği değeri verip üstümüze düşeni yaptık mı?
Sanmam.

Teknolojinin bu kadar geliştiği, olanakların bu kadar arttığı bir çağda neden mükemmel bir ses düzeniyle sunmadık ya da sunmuyoruz ulusal marşımızı?
Neden en mükemmel orkestra eşliğinde seslendirip en mükemmel araçlarla kaydetmiyoruz marşımızı?
Neden mükemmel bir kayıttan dinleyip o mükemmel kayda eşlik etmiyoruz?

Ben o marşı dinlerken tüylerim diken diken olsun, bu toprakları vatan yapan o mücadeleyi bütün ruhumla yaşamak istiyorum.

Sanırım vatanını seven bir vatandaş olarak çok şey istemiyorum.
Sanırım bu toprakların ne kadar kutsal olduğunu gelecek kuşakların da bilmek ve o kutsal emaneti kendilerinden sonraki kuşaklara mükemmel bir şekilde aktarmak en doğal hakkıdır.

Unutulmamalıdır ki, su uyur düşman uyumaz.

8 Mayıs 2008 Perşembe

ÖSS Nasıl Kazanılır

ÖSS’yi kazanabilmek için, sınava iyi hazırlanmak, sorumlu olunan her konudan yeterli soru çözmek, çözülen sorularla eksikleri görüp sınava kadar bu eksikleri gidermek gerekir. Ayrıca heyecanı kontrol altına almanın da yapılacak çalışma kadar önemli olduğunu unutmamak gerek.

Ancak her alanda olduğu gibi ÖSS’de de salt bilgi, başarının kapılarını açan tek anahtar değildir. Bilgiyle birlikte kullanılması gereken başka anahtarlar da vardır.

Bilginin dışındaki anahtarların başında sınav sistemini ve puanlama yöntemini bilmek gerekir. Hangi soru kaç puan getirir? Mat.1’in getirisiyle Mat’ 2’nin getirisi aynı mı? Her soru her alanı aynı şekilde mi etkiliyor?..

Kuşkusuz bu soruların yanıtlarını alabilmek için aşağıdaki tablolara bakmak, bu tabloları doğru yorumlamak gerek.

Sözel 2 Tercihi Yapacak Adaylar İçin

Taban Puan: 123

Ede. / Sos. (30 soru getirisi): 40
Türkçe (30 soru getirisi): 37
Sos. 2 (30 soru getirisi): 35
Sos 1 (30 soru getirisi):27
Mat. 1 (30 soru getirisi): 20
Fen 1 (30 soru getirisi): 19

Sözel 2 tercihi yapacak öğrencilerin Ede. / Sos. (40), Türkçe (37) ve Sosyal 2 (35) testlerine önem vermeleri, bu testlerde fire vermemeleri gerekir.

Sözel 2 tercihi yapacak öğrencilerine Sosyal 1 testinin etkisi 27’dir. Ayrıca Mat. 1 (20) ve Fen 1 (19) testlerinin etkisi aşağı yukarı eşittir. Başka bir söyleyişle Fen 1’den yapılacak her soru, Sözel 2 tercihi yapacak öğrencileri Mat.1 kadar etkileyecektir.

Sayısal 2 Tercihi Yapacak Adaylar İçin

Taban Puan: 115

Mat. 2. (30 soru getirisi): 40
Mat. 1 (30 soru getirisi): 35
Fen 1 (30 soru getirisi): 35
Fen. 2 (30 soru getirisi): 31
Türkçe (30 soru getirisi): 24
Sos 1 (30 soru getirisi): 18

Sayısal 2 tercihi yapacak öğrencilerin öncelikle Mat. 2 (40) testine önem vermeleri, özellikle bu testte fire vermemeleri gerekir.

Sayısal 2 tercihi yapacak öğrencilere Mat. 1 (35) ve Fen1 (35) testlerinin etkisi eşittir. Ayrıca Fen 2 tercihi yapacak öğrencilere Türkçe (24) ve Sos. 1 (18) testlerinin etkisi küçümsenemez.

Sayısal 2 tercihi yapacak öğrenciler kendi alan dersleri dışında Türkçe ve Sos. 1 testlerinden yapacakları sorular sayesinde riskten kurtulabilir, iyi bir üniversiteye girebilir.


Eşit Ağırlık Tercihi Yapacak Adaylar İçin

Taban Puan: 120

Mat. 2. (30 soru getirisi): 36
Ede. / Sos. (30 soru getirisi): 34
Mat. 1 (30 soru getirisi): 32
Türkçe (30 soru getirisi): 31
Sos. 1 (30 soru getirisi): 25
Fen 1 (30 soru getirisi): 20

Eşit ağırlık tercihi yapacak öğrencilerin Mat. 2 testine (36) önem vermeleri, özellikle bu testte fire vermemeleri gerekir. Ede. / Sos. (34) testini de oldukça önemsemeleri gerekir.

Eşit ağırlık tercihi yapacak öğrencilere Mat. 1 (32) ve Türkçe (31) testlerinin etkisi aşağı yukarı eşittir. Bu öğrencilere Sos. 1 testinin etkisi 25 puandır.

Eşit ağırlık öğrencilerinin kendi alan testleri dışında, Fen. 1 (20) testinden yapacakları her soru, kendilerine ciddi katkı yapacak ve işlerini kolaylaştıracaktır.
Başarı dileklerimle

25 Mart 2008 Salı

Özeleştiri

Toplum olarak eleştirilmekten pek hoşlanmıyoruz.
Kim hoşlanır ki diyebilirsiniz.
Kuşkusuz doğru; eleştirilmekten, gerçeklerle yüzleşmekten hiç kimse hoşlanmaz.
Özellikle de biz.
Çünkü mükemmel bir insan olarak, daha doğrusu mükemmel bir insan olduğumuza inandırılarak yetiştirilmişiz; ne yapalım, bu bizim suçumuz değil, sadece acı bir gerçeğimiz.

Geçmişimize baktığımızda hep annemizin, babamızın en güzeli, en yakışıklısı olmuşuzdur.
Dünyanın gelmiş geçmiş ilk ve son harikası, en mükemmel varlığı…
Hele okula başlayınca okulun en akıllısı, en çalışkanı…hatta, geleceğin en büyük dahisi…
Bu olgu bu şekilde süregelmiştir bizim toplumumuzda hep.
Belki daha yıllarca böyle gidecek…
Baksanıza atasözlerimize bile girmiş: Kargaya yavrusu, kuzgun görünür.
Aksini söylerseniz vay halinize…

Sakın yanlış anlaşılmasın, bu süreçte kesinlikle hiçbir art niyet yoktur.
Hatta, bu davranışın aşırı sevgiden kaynaklanan bir iyi niyet olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım.

Çocuk, bir ailenin en değerli varlığıdır kuşkusuz.
Bu konuda tüm anne babalarla hemfikirim.
Neyimiz varsa onlar için.
Yaşamımızın tek gayesi, mutluluğumuzun tek kaynağı…

Herkes bu gerçeği bilir ve bu gerçeğe göre hareket eder.
Bakın çevrenize, akrabalar, dostlar, komşular, annenizle babanızla uzak yakın temas içinde olan herkes…
Onlar da aynı süreçten geçmiştir çünkü.
Onlar da çocuklarını yetiştirirken aşağı yukarı aynı davranışları sergilemişlerdir.
Bunları bildikleri için, hiç itiraz etmeden günü geldiğinde üstlerine düşen rolü hemen üstleniverirler. Hatta, daha fazlasını bile…
Vallahi oğlunuz harika…
Kim ne derse desin kızınız mükemmel…
Tüü tüü maşallah…
Allah nazardan saklasın…
Eğer ben bir şeyler biliyorsam, çook büyük adam olacak bu çocuk…

Ve sonuçta bizim tarafımızdan şişirilmiş, her an patlamaya hazır bir balon.
Bir tek iğne darbesi…
Tıssss.
Sonuç: Hüsran.

İşte bu yüzden kaçışımız gerçeklerden.
İşte bu yüzden kaçışımız kendi gerçeğimizden.
İşte bu yüzden soramayışımız kendimize, ben neyim, gerçek gücüm, hacmim ne, diye.

Ancak sormak, önce kendimizi tanımak zorundayız.
Gözlerimizi, başkalarına değil; kendimize çevirmek zorundayız.
Hatalarımızı, yanlışlarımızı, eksiklerimizi görmek ve düzeltmek zorundayız.
Biz düzelirsek dünya düzelir, biz değişirsek dünya güzelleşir daha yaşanır olur..
Haydi o zaman önce kendimizi sonra dünyayı yeniden yaratmaya.

7 Mart 2008 Cuma

Demokrasi

Demokrasimiz…
Şu on yılda bir rayından çıkan demokrasimiz...
Diğer ulusların demokrasilerine pek benzemeyen demokrasimiz...
Demokrasi literatürlerinde yer almayan demokrasimiz…

Suçlu demokrasi (!)…
Bize bir beden büyük gelen demokrasi (!)…
Milletimizin anlamadığı demokrasi(!)…

Gerçekte durum böyle mi?
Sanmam.
Neden derseniz, demokrasi her şeyden önce bir kavramdır ve bu kavramın içi boştur.
Bu kavramın ya da sembolün içini bireyler ve toplumlar doldurur.
Boş bir kavramın içini ne ile doldurursanız, o onu ifade eder.
O kavramdan daha farklı, daha büyük şeyler beklemek kavrama haksızlık olur. Hele hele sihirli bir güç… Asla.

Sadece demokrasi için değil, tüm sözcükler için geçerli bir kural bu.
Sorun demokraside değil. Sorun bizde. Ya da bizi yönetenlerin demokrasiden ne anladıklarında.

Baksanıza diğer ulusların demokrasilerinde hiç problem yok.
Onların demokrasileri nedense rayından pek, hatta hiç çıkmıyor.

Şu unutulmamamalıdır, demokrasi sadece bir yönetim şeklidir ve belirli kurallar içinde çalışır. Eğer demokrasinizin kuralları yoksa ya da o kuralların niteliği toplumsallıktan çıkıp bireyselliğe, hatta kişiselliğe dönüştüyse demokrasinin yapabileceği pek bir şey kalmamıştır.

Bu noktada hiç kimsenin demokrasiye kızmaya, onu suçlu göstermeye hakkı yoktur.

30 Ocak 2008 Çarşamba

Bilmeyenlere Duyrulur

Herşey bilmekle ilgilidir.
İnsan bildiğini görür, bilmediğini görmez; görse de farkına varmaz.

Bilmiyorum yazdıklarımda dikkatinizi çeken bir şey oldu mu?
Biliyorsanız, dikkatinizi çekmiş olmalı.
Bilmiyorsanız zaten fark etmemişsinizdir.

Yukarıda ''herşey'' sözünü bilinçli bir şekilde bitişik yazdım.
Ne var bunda, diyebilirsiniz.
Eğer ne var bunda diyorsanız, siz ''şey'' sözcüğünün yazımını bilmiyorsunuz demektir.

''Şey'' sözcüğü daima ayrı yazılan bir sözcüktür.
Çünkü, bu sözcük belgesiz zamirdir ve tek başına her adın yerine kullanılabilir.

Peki, bu sözcüğün yazımıyla ilgili herhangi bir istisna var mıdır?
Hayır, hiçbir istisna yoktur.

Şimdi şöyle bir çevrenize bakın.
''Şey'' sözcüğüyle ilgili ne kadar çok yazım yanlışı olduğunu görecek, birçok kişinin, bu sözcüğün yazımını bilmediğini fark edeceksiniz.

Önemli mi?
Evet, önemli.
Sadece ''şey''in değil, daima ''her şey''in doğrusu.

7 Aralık 2007 Cuma

Haydi Doğu'ya, Güneydoğu'ya, Anadolu'ya...

Bu oyunları herkes biliyor artık.
Dün sağçıydı, solcuydu; bir başka gün aleviydi, sünniydi…

Dünyanın her yerinde bu böyle.
Gelişmiş ülkeler ve onların oyuncakları:
Az gelişmiş ya da geri kalmış ülkeler…
Böl, parçala, sömür sömürebildiğin kadar.

Gün, kardeşlik günü.
Gün, dayanışma günü.
Gün destek günü…

Aç kurtlar bekliyor:
Parçalamak, yutmak için.

Oyuna gelme.!
Onlara istedikleri fırsatı verme!
Sarıl kardeşine, paylaş ekmeğini aşını!
Aydınlat konunu komşunu!
Unutma, onlar senin kavga etmeni bekliyorlar; neden, ne olursa olsun .

Onlara inat, kol kola; onlara inat, omuz omuza…
Yazmak için, YENİ DÜNYA DÜZENİNİ
Yazmak için, HAKLARIN EŞİTLİĞİNİ
Yazmak için, HALKLARIN KARDEŞLİĞİNİ

15 Kasım 2007 Perşembe

Patron Kim

Hani yönetenler, bazen diyorlar ya biz yönetilenlere, ‘Patron sizsiniz.’ nasıl hoşuma gidiyor anlatamam.

Patron benim. Hesap sormak en doğal hakkım. Alıyorum hepsini karşıma. Sor, sorabildiğin kadar: Kaç para topladın, topladığın paraları ne yaptın?...Ya da senin maaşın kaç para? Ne yer, ne içersin? Var mı dikili birkaç ağacın?... Sor babam, sor…

Soruyorum sormasına da hesap veren yok. Bu nasıl patronluk anlamış değilim. Sonra kızmıyorum dersem yalan olur kendi kendime, bir patron nasıl olur da sorduğu soruların yanıtını alamaz. Nasıl olur da öğrenemez bir elemanın kaç para aldığını, ne yiyip içtiğini, dikili birkaç ağacı olup olmadığını…

Ben bıkmadan usanmadan soruyorum; ama onlarda ‘tık’ yok. Onlara göre böyle şeyler söylenmezmiş. Ayıpmış, yasakmış. Ekonomiye zarar verirmiş. Onlar, neleri var neleri yok yazıp bir zarfa koyarlarmış. O zarfı da güzelce yapıştırıp çelik bir kasaya koyarlarmış. İçinde ne yazılı olduğunu bir kendileri, bir de Allah bilirmiş.

Ne kadar açık, ne kadar şeffaf(!) bir sistem değil mi?

Hesaba gelince. Allah dışında hiç kimseye hesap vermezlermiş. Oh, ne ala ne ala…

‘Vallahi ben patron olmaktan vazgeçtim, ben de böyle bir cennette halkın hizmetkarı olmak istiyorum.’ diyeceğimi sanıyorlar; ama yanılıyorlar. Çünkü ben bu ülkenin gerçek patronuyum. Çocuklarımız, onların çocukları... gelecek için ‘er veya geç’, bugün olmadı, yarın, yarın olmadı, öbür gün… ama mutlaka hesap sorarım.

9 Ekim 2007 Salı

Edebiyat Eğitimi

Türkiye’de birçok eğitim gibi edebiyat eğitimi de yanlış temeller üzerine oturtulmuş durumda. Liselerimizde yıllardır edebiyat eğitimi yapıyoruz. Hangi gencimiz edebiyatı seviyor? Hangi gencimize şu ana kadar yapılan edebiyat eğitimi okuma alışkanlığı kazandırdı? Hangi gençimizde estetik bir değer yargısı oluştu? Hiçbirinde.

Bugün bazı gençlerimiz okuyor, edebiyatla uğraşıyor. Bu gençlere bakıp da yanlış yargılara kapılmamak gerekir. Çünkü bu gençler okullarımızdaki edebiyat eğitimiyle bu düzeye ulaşmadı. Onlar ailelerinin, yakın çevrelerinin etki ve yönlendirmeleriyle ya da kendi doğalarındaki estetik arzunun çekiciliğiyle o noktaya geldiler.Bizim edebiyat eğitimimizdeki en büyük hata, seçilen yöntemdir. Bu yöntem değişmediği sürece başarıya ulaşmak olanaksızdır.

Edebiyat eğitimine İslamlık öncesi Türk edebiyatıyla başlayamazsınız. Divan edebiyatıyla başlayamazsınız. Çünkü genç başlangıç olarak o edebiyatları anlayamaz, anlayamadığı için de sevemez. Mecbur kaldığı için belki ezberleyebilir. Bu da edebiyatı sevdirmek adına hiçbir yarar sağlamaz.

Her alanda olduğu gibi edebiyat eğitiminde de sevgi ve ilgi başarıyı etkileyen temel zorunluluktur. Sevgi ve ilgi olmadan hiçbir şey yapamaz, hiçbir bilgiyi öğretemezsiniz.

Peki, ne yapmalıyız? Önce gençlerimize okuma alışkanlığı kazandırmalıyız. Bir gence okuma alışkanlığı kazandırabilmenin yolu başlangıçta o genci sıkmayacak, o gencin ilgisini çekecek yapıtlara yönelmektir. Güncel olmanız, o gencin sorunlarına ve gerçeklerine yakın olmanız gerekir.

Okumaya yeni başlayan, henüz okuma alışkanlığı tam kazanamamış bir insan kendini ilgilendiriyorsa okur, ilgilendirmiyorsa okumaz. Belki not kaygısıyla siz ona bir şeyler okutabilirsiniz ya da okuttuğunuzu sanırsınız, ancak bu zorunluluğun ne gençlerimize ne de toplumumuza bir katkısı olur. Eskiler boşuna söylememişler: Zorla yenen aş ya karın ağrıtır ya baş.

Çözüm: Edebiyat eğitiminin birinci aşaması bireye okuma alışkanlığı kazandırmaktır. İkinci aşaması bireyin bu alışkanlığını seveceği, ilgi duyacağı kitaplarla kökleştirmektir. Bundan sonra sizin bir şeyler yapmanıza gerek kalmayacak; o, eski edebiyatı da yeni edebiyatı da; Alman edebiyatını da Fransız edebiyatını da… didik didik edecek, belki bu konularda hepimizden yetkin olacaktır.

4 Ekim 2007 Perşembe

Adalet Suçluları, Tarih Aydınları Yargılar

Herhangi bir ülke düşünün, o ülkeyi yönetenler gaflet, delalet hatta bilinçli bir şekilde ülkelerine hıyanet içinde olabilirler.
Ve o ülkenin insanları bilerek ya da bilmeyerek yönetenlerin işledikleri suça ya da suçlara iştirak edebilirler.
Ancak, o ülkenin yetiştirip geleceğini emanet ettiği aydınlarının, hiçbir şekilde böyle bir lüksü olamaz.
Eğer oluyorsa o ülkenin geleceği tehlikede demektir.

23 Eylül 2007 Pazar

Yanlışlar ve Doğrular

''Dilimize sahip çıkalım.''
Son dönemlerde çokça duyduğuz bir dilek, bir istek.
Çıkalım da, nasıl?
Hani nerede devlet?
Nerede devlet kurumları?
Nerede yetkili ve etkili kişiler? Bu konuda ne yapıyorlar?
Hangi bilimsel çalışmalar başlatılmış?
Ne kadar yol kat etmişiz?
Daha binlerce soru...
Amacım soru sormak değil.
Amacım biraz silkelemek, biraz sorumluların kendilerine soru sormasını sağlamak.
Kuşkusuz sadece dile sahip çıkmak yetmiyor, dilimizin kurallarına uygun doğru ve güzel kullanılmasını sağlamak da önemli.
Görev ve sorumluluk: Milli Eğitim Bakanlığının, Türk Dil Kurumunun, Üniversitelerimizin, tüm televizyonların, gazete ve dergilerin, aydın ve sanatçıların, kısacası Türkçe’yi kullanan herkesin.
Benim asıl değinmek istediğim konu, ''dilimize sahip çıkmak, dilimimizi doğru ve güzel kullanmak'' değildi.
Asıl konu, ''dilimizle ilgili ne kadar çalışma yapılıyor, yapılan bu çalışmalar yeterli ve güvenli mi''ydi.
Kuşkusuz bunlara karar verebilmek için öncelikle dilimizi tanımak, dilimizin olanaklarını doğru kavramak gerekir.
Dilimizi tanımadan, olanaklarını bilmeden bir şeyler söylemek yanlış ve yanıltıcı olacaktır.
Böyle bir sonuca nereden vardım derseniz, bakın piyasadaki bazı yayınlara: ''Ben eve, kardeşim işe gitti.'' cümlesi anlatım yönünden yanlış, deniyor.
Ne olmalıymış, ''Ben eve gittim, kardeşim işe gitti.'' biçiminde olmalıymış.
Neden, birinci cümlenin öznesiyle, ikinci cümlenin yüklemi uyuşmuyormuş.
Bence yanlış.
Türkçe’de hatta tüm dillerde eksiltili bir söyleyiş vardır ki, bu eksiltili söyleyiş dile akıcılık, işleklik sağlar.
Eğer bu eksiltili söyleyiş olmazsa diller hantallaşır, yaşamın süratli akışına cevap vermez olur.
''Ben eve, kardeşim işe gitti.'' cümlesinin anlamının ''ben eve gittim'' olduğunu, ''ben eve gitti'' olmadığını herkes bilir ve böyle bir cümleyi gereksiz yere uzatmanın hiçbir anlamı yoktur.
Yine bakın başka bir örnek, ''Sandallarımız neşe dolar, zevke dalardık.'' cümlesi de bu yayınlara göre anlatım yönünden yanlış.
Ne olmalıymış, ‘Sandallarımız neşe dolardı, biz zevke dalardık’ olmalıymış.
Onlara göre yanlış olan, bana göre doğru.
Çünkü bu cümlelerde eksiltili söyleyiş var.
Anlatım bozukluğu yok.
Anlatım bozukluğu nedir derseniz, anlatım bozukluğu dilimizin kurallarına uygun kullanılmamasıdır.
Söylemeye gerek var mı bilmiyorum ama dilimizi kurallarına uygun kullanabilmek için de öncelikle dilimizin kurallarının ve özelliklerinin eksiksiz bilinmesi gerekir.
Gerçekten anlatım bozukluğu mu istiyorsunuz, işte güzel bir örnek: ''Bu dünya ne sana ne de bana kalmaz.''
Evet, bu cümle anlatım yönünden yanlıştır.
Çünkü ''ne….ne'' bağlacı biçimce olumlu, anlamca olumsuz cümleler kurar.
Bu tür cümlelerde yüklemin ‘olumlu’ kullanılması gerekir.
Cümlenin doğrusu, ''Bu dünya ne sana ne de bana kalır.'', ya da ''Bu dünya sana da bana da kalmaz.’'
Başka bir örnek: ''Yıpranmış lastikler bir yerde toplanarak, belirli aralıklarla fabrikaya göndermelidir.''
Evet, bu cümle de anlatım yönünden yanlıştır.
Çünkü dilimizde yan cümleyle temel cümle arasında her yönden uyum aranır.
Bu cümlede yan cümleyle temel cümle arasında etkenlik ve edilgenlik yönünden uyum sağlanamamış ve anlatım bozukluğu meydana gelmiştir.
Cümlenin anlatım yönünden doğru biçimi: ''Yıpranmış lastikler bir yerde toplanarak, belirli aralıklarla fabrikaya gönderilmelidir.'' ya da ''Yıpranmış lastikleri bir yerde toplayarak, belirli aralıklarla fabrikaya göndermelidir.''
Evet, her şeyden önce dilimizin olanakları, dilimizin doğruları, dilimizin temel yapısı… diyorum.